Sounds of Darağaç

‘Sounds of Darağaç’ projesi, İzmir Alsancak bölgesinde bulunan Umurbey Mahallesi’nde son 6-7 senedir yaşayan ve/veya üreten sanatçıların oluşturduğu Darağaç Kolektifi’nin yakın eksenlerdeki uyduları arasında yer alan İstanbul/Amsterdam merkezli plak şirketi ‘LU Records’ ve İzmirli altkültür müzik kolektifi ‘Apeiron’ ile yaptığı işbirliği sonucunda ortaya çıktı.

Arada Yaşam

University of East London’da illüstrasyon eğitimi aldıktan sonra Londra’da üretmeye devam eden sanatçının işleri; sanal dünyayı, kalabalık bir şehrin kirlenmiş “gerçek” dünyasını ve bu iki dünyanın kesişimini keşfediyor: gerçekten kaçış. Bir otobüsün en arkası, parkta bir bank ya da bir arkadaşının evindeki koltuk, Rosie için bir atölyeye dönüşebiliyor.

Perdenin Arkasında

“Savaş bütün dünyaya eziyet çektirirken, Rio de Janeiro’nun günlük gazeteleri, Bangú Kulübü’nün sahasına Londra’nın bombardımanını duyurdular.”*

Kültür için Alan tarafından desteklenen Monitor, 2018’in son sergisinde Francis Alÿs ve Ege Berensel’i “Perdenin Arkasında” başlıklı sergide bir araya getiriyor. Futbolun ilk ortaya çıktığı yıllardan bugüne siyaset ile olan yakın ilişkisine odaklanan sergi 22 Aralık Cumartesi günü Darağaç’ta ziyaret edilebilecek.

Sergiye evsahipliği yapan İzmir’in en eski yerleşim yerlerinden Umurbey Mahallesi (Darağaç), aynı zamanda kentin ilk sanayi bölgelerinden biri olma özelliğini taşıyor. 19. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye’de ilk kez İzmir’in Bornova semtinde oynanmaya başlayan futbolun bu bölgeye taşınması ise Panionios Kulübü’nün 20. yüzyıl başlarında futbol sahasına dönüştürdüğü bugünkü Alsancak Stadı ile gerçekleşiyor. İlerleyen yıllarda sanayi kuruluşlarına ve buralarda çalışan işçilere evsahipliği yapan Darağaç, bu kuruluşların kapatılmasıyla mahalle sakinleri tarafından yavaş yavaş terk edilerek günümüzdeki haline geliyor.

Ortaya çıktığı ilk yıllarda yasaklanan, yasaklandıkça daha çok ilgi gören futbol, ilerleyen yıllarda meydan okuma özelliğiyle kitleleri sakinleştirmek üzere kullanılacaktı. İngiltere’de kabul görmesinin ardından aristokrat sınıfa hitap eden bir meşgaleye dönüşse de emekçi kesimin hakkını aramaya kalkışmasını önleyecek bir enstrüman olarak kapitalizm tarafından keşfedilip yatıştırıcı olarak kullanılması gecikmemişti. İngiltere’den dünyaya ihraç edilen futbolun kitleleri etkisi altına alan özelliği, toplumda yaşanan sorunlarla gerginliği artan ortamın enerjisini dağıtmak üzere kullanılsa da kapitalist sistem tarafından arzu edilmeyen bir sonuç olarak, futbolun bir direniş biçimi olması engellenememişti.

Ege Berensel’in, Bursa’nın solcu semtindeki bir kulübe dair araştırması niteliğindeki çalışması Dinamo Mesken, SALT Araştırma Fonları tarafından 2013 yılında desteklendi. 1975’te Bursa’nın Mesken semtinde kurulup, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında “ulusal değerlere açık bir saldırı” gerekçesiyle kapatılan kulübün yönetici ve futbolcularından bazıları gözaltı, işkence ve çeşitli cezalara maruz kaldıkları gibi, kontrol altına alınan Mesken Mahallesi’ndeki sakinler, bölgeyi terk etmek zorunda bırakıldı. Kulüplerin hala isimleri için mücadele ettiği günümüzde, 2008 yılında Meskenspor ismiyle tekrar kurulan kulüp, dezavantajlı gruplara sosyal fayda sağlamak, ayrıştırma değil bütünleştirme yaratmak için çalışmalarına devam ediyor.

Francis Alÿs, Paradox of Praxis 5 isimli çalışmasını, 1980 sonrası neo-liberal ekonomi politikalarının etkisiyle suç oranının arttığı Meksika’nın Juarez kentinde gerçekleştirdi. Futbol oynamak için ideal bir yer olarak gösterilmeyen Juarez’in futbol takımı Indios’un başarısı kente heyecan ve mutluluk getirse de kısa süre içinde şiddet, burada da kendini gösterdi. Francis Alÿs 2013 yılında ürettiği çalışmasında, suçun ve şiddetin bitmediği sokaklarda alev almış futbol topunu sürüklerken, karanlıkta gizlenenler görünmeye başlar. Yıkık ve terk edilmiş binalar arasında ilerleyen Alÿs, siren seslerinin gece kulüplerinden ve sokak müzisyenlerinden gelen seslere karıştığı suç mahallerinden geçer. Karşıtlıkların birliği olan ateşe yakından baktığımızda karmaşıklaşır, yolumuzu aydınlatan tarafına yok etme gücü eklenir. Gecenin ve kentin gün ışığında bile aydınlanamayan karanlığına doğru, ardında kıvılcımlar bırakarak ilerlemeye devam eder.

Perdenin arkasında yüzyıllardır gizlenenlerin üzerindeki tozları, nefessiz kalma pahasına dağıtmayı göze alanların yaşam öykülerine saygı duruşu niteliğindeki sergi, 22 Aralık Cumartesi günü Darağaç’ta ziyaret edilebilir.

* Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol, Çev. Önalp E. – Kutlu M. N., Can Sanat Yayınları, 1998, İstanbul, sf. 132

Ölü Kuşlar Görüyorum: “Desenler ve Nesneler”

“Ölü Kuşlar Görüyorum, Desenler ve Nesneler”, Ali Kanal’ın mahallede düzenlenen bir günlük sergisi, Darağaç’ın ise ilk solo projesiydi. Sergi, 1 Nisan 2017 Cumartesi günü, mahallenin günlük telaşında, olmadık yerlerde ve bir anda izleyicinin karşısına çıktı.

“Genellikle üretimlerimi mahallede yaptığım yürüyüşlerde bulduğum nesneler şekillendiriyor. Yine öyle bir yürüyüş günü, kaldırımın kenarında ters şekilde yatar halde çıktı karşıma. Canlı renkleri vardı, yakından bakmak için yaklaştığımda gözlerini gördüm. Bana gülümsediğini hissettim. Ters duran ölü bir kuştu ama ona bakınca içim huzurla doldu: ‘Ölü bir şeye bakıyorum ve mutlu hissediyorum. Bende bir gariplik mi var?’

Hafta boyu ölü kuşlar karşıma çıkmaya devam etti. Hepsinin hayatı aynı şekilde sonlanmıştı: sırtları yerde, ayakları havada, kanatları kapalı… Algımın bir seçmecesi olduğunu düşündüğüm bu duruma, bir sabah uyandığımda penceremin önünde gördüğüm o ölü kuştan sonra, artık mantıklı bir yorumum kalmamıştı. 

Bu defa gördüğüm her kuşun desenini çizmeye başladım. Gözlerim ne görüyorsa sadece görsel olarak yorumlayıp algılamaya çalıştım. Bir süre sonra desenleri çizdiğim kalemler yerini doğal malzemelere; desenlerim ise yerini asıl üretim pratiğime, buluntu nesnelerden yaptığım asamblaj çalışmalara bıraktı. Karşıma çıkan minik ayak parçalarını ve tüyleri tüm bu olayı anlamlandırması için bir araya getirdim: ölüm, defnetmek, cenaze ritüelleri… 

Sergi böyle doğdu. Yaşadığım bu deneyimi üretimlerim üzerinden aktarmak istedim. Tuğçe’nin evinin terasından görülen bazı binaların cephelerine desenler astım. Üzerine kahve koyduğu sehpasını, sergide bir defin ritüelini anlatmak için kullandım. Yan sokaktaki atölyeye kuşların parçalarından yaptığım enstalasyonu yerleştirdim. İsmet Özel’in “Kuşun Ölümü” şiirindeki her kelimeye karşılık internette rastgele karşıma çıkmış görsellerden bir video hazırladım, onu da başka bir atölyede otuz yedi ekran, tüplü bir televizyonda oynattım.

Olabildiğince gündelik yaşamın içinde olmalıydı: bir yorgan sandığında ya da buzdolabının içinde aniden karşınıza çıkan ölü bir kuş.  

Bu rahatsız edici duygunun üzerine gittiğim yolculuğun sonunda, sergi bitiminde, yine ilk kuşun gözüne baktığımdaki huzuru hissediyordum. O kuş da, daha sonra gördüklerim gibi, anatomik özelliği dolayısıyla sırt üstü yatarken ayaklarını havaya dikmişti. Yaşama tutunmuş ve ölüme direnmişti. Toprağa giriyormuş gibi değil de sanki yeni çıkıyormuş gibi, yeni bir doğum gibi gelmişti. Dingin görünüyor ama canlı hissettiyordu. Bitmiş görünüyor ama bana tazeliği çağrıştırıyordu.”